Cüneyt KÖŞE - Tüketici Köşesi
Köşe Yazarı
Cüneyt KÖŞE - Tüketici Köşesi
 

İçini Süpüren Ruhlar Tapınağından Mektuplar

Çok erken bir saate uyandım, Pazar günüydü. Katılacağım toplantıya daha saatler vardı. Telefonuma baktığımda bu satırlar beni içine çekiverdi. Yatağa dönemedim. Hemen üzerimi giyinip, kahvaltı salonuna atıverdim kendimi. Mutlaka paylaşmam gerekiyordu bu öyküyü salona girişte Prof. Şebnem Akipek hocamı gördüm. Tek başınaydı. İzin isteyip oturdum. Çok dolaştırmadan etkilendiğim öyküye getirdim sözü. ‘Kim yazmış?’ dedi. Sinan VARGI dedim. ‘Ben de kendisinden çok beslendim. ’Üniversite yıllarımda kendisini çok ziyaret etmişliğim vardır, bilgece yaklaşımlarından çok yararlandım.. dedi. Kaldığım otel Sapanca’daydı. Toplantı sonrası Kütahya’ya dönecektim. Proje eğitimleri sonrası yolculuklarımda-araçta tek başımaysam- hep yaptığım bir şey vardı. Bluetoothla sevdiğim bir dostuma bağlanıp yol yarenliği yapmak. Bu kez kimi arayacağıma hiç tereddüt etmedim. Sinan ağabeyi aradım, eve gelene kadar doyumsuz sohbetiyle yolun nasıl bittiğini anlayamadım. Tasavvuf ehliydi. Bana Kütahya’daki Mevlevi Dergâhı hakkında bilgiler verip Dönenler Camiinin (Kütahya’ nın ilk Mevlevihanesi )tarihçesini anlatmış ve Kütahya’ya ziyaretime geleceğini söylemişti. Maalesef olamadı Can ağabeyim. Cuma salaları okunuyor şu anda. Senin vuslat günün bugün. Çok sevdiğin Elif’ine de kavuşuyorsun. Çok mutlu olduğundan hiç kuşkum yok ama bizler elemler içindeyiz. Nurlar içinde uyu. Güzel insan, canım ağabeyim!. ,,,,,, Benim işim belli olmuştu. Süpürülüp öbek yapılmış sarı yaprakları tekrar bahçeye dağıtacaktım. Yeni insanlar gelecek ellerinde ki süpürge ile yaprakları süpürecekler, sonra ben yine onları bahçeye dağıtacaktım. Ağaçlarda yapraklar azalmıştı ama bize de süpürülecek yaprak lazımdı! Uçakta yanıma gelen adama nazikçe selam verdikten sonra yanımdaki yeşil elmanın birini ona ikram etmiştim. Gülümsedi, nazikçe teşekkür etti. Vietnamlı olduğunu adının Nguyen olduğunu konuştuktan sonradan öğrendim. O sıralar yüksek lisans ve tüketici çalışmaları için Amerika’da eğitimdeydim. Madison’da üniversite öğrencilerini kendi tarikatlarına çekmek için çeşitli dini görüşler sergiler açıyor öğrencilere bedava yemekler dağıtıyorlardı. Kimi Cizvit papazları, kimi sarı sarı kıyafetleri ile hare krişnacılar. Budistler vejetaryan oldukları için onların çadırında sebze ve meyve ağırlıklı beslenme ön plandaydı. Öğrenciler bir gün birine gidip karınlarını doyuruyor, bir gün de değişiklik olsun diye, Budistlerin olduğu çadıra gidip, sebze ve meyve yiyorlardı. Hamburger ve pizzadan bıktığımız için hele kış ortasında sebze meyve ve bakliyat herkese çekici geliyordu. Nguyen’i tekrar gördüğümde, Budist çadırlarının birinde elindeki mercimek haşlamasını yiyordu. Yanına gittim, selamlaştık. Bana dönüp elma al masadan, dedi; seninki gibi değil ama bu da güzel. Elmayı unutmamıştı. Ne yaptığımı sordu anlattım, hafta sonları boş olup olmadığımı kendisine yardım edip etmeyeceğimi sordu. İyi ve nazik bir insandı. Evet dedim. Adresi bir kâğıda yazdı, görüşürüz dedi, gitti. Cumartesi günü Nguyen’in verdiği adrese gittim. Büyük ağaçların ortasında bahçe içinde küçük iki katlı bir evdi. Etrafında ona benzeyen yüzlerce ev vardı. Sonbahar yaprakları bahçenin taşları üzerine düşmüş, onları süpürürken karşıladı beni. Çay yaptım getireyim sen devam eder misin, diye elime uzun tahta süpürgeyi verip gitti. Süpürgenin artık emekliliği çoktan gelmiş, tahta sapının elle tutulan bölümleri incelmiş, süpürgenin ise artık birkaç dalı kalmıştı. Bizdeki gibi ot süpürge yerine biraz plastik benzeri bir şeydi. Sayılıyordu aslında: sekiz dal. Bu kadar az dallı bir süpürge ile bahçeyi süpürmek imkansızdı. Yan taraftaki evlerden birinde ise motorlu hava üflemeli bir yaprak kovucu ile insanlar bahçelerini süpürüyordu. Nguyen elinde çayla geldi. Ellerimin süpürge sapındaki yerlerine baktı, incelmiş yerden tutuyordum ben de. Çayını iç ve süpürmeye devam et diyerek gitti. Sweep, sweep bundan sonra en çok duyduğum söz olacaktı. Bu neydi, ben buraya bahçe süpürmeye mi gelmiştim? Süpürmek öyle kolay değil, yapraklar oradan oraya dağlıyor, uçup gidiyordu. Hele bir dalı daha kırılmış yedi dalı kalmış bir süpürge ile. Birkaç dakika mı artık yarım saat sonra mı ne, artık yaptığım işi unutup, düşüncelere daldığımı hissettim. Şu nasıl olmuştu, bu kimdi, bu olay neydi. Düşünceler bir saat sonra daha da belirginleşiyordu. Bırak artık istersen süpürmeyi dediyse de biraz daha devam etmek istediğimi söylediğimde gülümsedi. Sonra yine süpürme, artık ona süpürme derseniz tabii. Şu olay neydi, bu neydi. Bir saat sonra sarı yaprakları öbek yapıp topladığımda ıslattım biraz, yakacaktım aslında bizim memlekette olduğu gibi. Nguyen aniden geldi. Benim süpürdüğüm yaprak öbeğini aldı, bahçenin her yerine yine dağıttı. Sonra bana döndü gülümsedi, gel haşlama pirinç var yersen.   Yarım saat sonra bir erkek ve iki kadın daha geldi. Biraz konuştular. Sonra birisi benim kullandığım süpürgeyi aldı ve bahçeyi süpürmeye başladı. Sonra diğer kadın bir başka süpürge daha aldı, o da süpürmeye başladı. Birbirlerine değmemek için bir çabaları bile yoktu ama değmiyorlardı işte. Akşama doğru ayrıldım. Ben çıkana kadar süpürme devam etti, onlar gittiğinde Nguyen yine yaprakları alıyor, bahçeye dağıtıyordu. Ertesi hafta gittiğimde hava giderek soğumuştu. Benim Türkiye’den getirdiğim kalın bir paltom yoktu, üşüdüğümü gördüğünde bana bir kağıt yazdı. Buraya git ve bir palto bul kendine. Onun verdiği adres bir kilise idi. İçeri girdim, yaşlı bir kadın bana baktı ona kağıdı verdim. Palto var mı sizde diye sordum. Yaşlı kadın bir tane var yalnızca beğenirsen al tam senin bedenine göre... İçerden paltoyu getirdi, uzun yün kumaştan bir palto; gerçekten güzeldi. Evet dedim, iyi bu. Kadın bir de yün şapka verdi bana. İnsanların kiliseye verdikleri paltolar, giysiler, öğrencilere dağıtılıyordu. Benden 2 dolar kuru temizleme parası aldı ve mezun olduğunda getir 2 dolarını verelim dedi. Bu palto 2 dolardan fazla eder, ben bunu götürürüm Türkiye’ye diye içimden geçirdim. Ertesi hafta yani paltom ve berem ile gittiğimde yapraklar süpürülmüş öbek yapılmıştı. Tekrar dağıt dedi bana dağıttım. Birkaç kişi daha geldi. Bana da süpür dedi beş dalı kalmış süpürge ile. Dalıp gidiyor insan, el ve göz çalışıyor ama beyin orada değil, beyin geçmişi sorguluyor, o arada süpürüyorum. Öğlen biraz konuşalım mı diye geldi. Yardımların için sağ ol dedi o kadar. Bir açıklama yapmasını bekliyordum. Açıklama yapmadı. O akşama kadar yine değişik insanlar geldiler süpürdüler gittiler, ben yaprakları dağıttım. Yine birileri geldi süpürdüler gittiler. Birkaç insan Nguyen’in odasına girip onun yanına oturup kağıda bir şeyler yazdılar. Sonra zarflara koydular. Adreslerini yazdılar. Her mektup yazan onu göğsüne bastırıyor ve yavaşça derin nefesler alıp veriyordu. Akşam Nguyen 9 zarfı bana verdi ve 3 doları da elime saydı. 22 sentten 9 mektup, bunları postaya verir misin, postane sana yakın dedi. Zarfların üzerinde benim tam anlamadığım Vietnam alfabesi ile yazılmış birkaç harf vardı. Aynı harflerin aslında bahçede de küçük bir tabelada olduğunu gördüm. Ama bilmiyordum ne olduğunu. Postane oranın adeta bir halkla ilişkiler merkezi gibiydi. Herkes orada sohbet, ediyor, insanlar selamlaşıp hal hatır soruyordu. Her türlü abonelik, pasaport vb gibi işler oradan yapıldığı için postanedeki yaşlı kadın ve bir yaşlı adam herkesi tanıyordu. Kadına zarfları verdim, elimden alırken gülümsedi. Ne olduklarını biliyor musun, diye sordu. Bilmiyorum Nguyen verdi, dedim. Onu biliyorum da bunların ne olduğunu biliyor musun diye tekrar sordu. Hayır mektup sanırım diye yanıtladım. Yaşlı adama döndü ellerindeki mektupları adama gösterirken komşular rahatlamış deyiverdi. Komşular rahatlamış... Nguyen’i tanıyor musunuz diye sorduğumda yaşlı kadın, süpürdün mü sende diye sordu. Evet dedim. Marketten sirke almayı unutma dedi. Ben gerçekten anlamadım dedim, ne sirkesi. Kadın kısa kestirip attı, tamam sonra görüşürüz. See you later. Nguyen’le altı ay kadar çalıştık. Hep aynı şeyler. Süpürmek insanları rahatlatıyordu gerçekten onu anlamıştım. Meditasyonun oturup gözlerini kapatıp içini süpürmenin bir başka şekliydi. Nguyen hiç kimseden para almıyordu, orada bulanan bir küpün içine insanlar para atıyorlardı, küp şeffaf da değildi, kilidi de yoktu. Eğer isterseniz oraya elinizi sokup para da alabilirdiniz. Nguyen bunu daha önceden de söylemişti zaten, sonra küpün önüne ihtiyacı olan alabilir diye bir yazı da yazdı. Arada mektup atmaktan kalan birkaç senti de küpün içine atıyordum. Üç dört ay sonra gel konuşalım diye beni çağırdı. Neler hissettiğimi sordu, ona daha önce bir meditasyon deneyimim olduğunu bana yabancı gelmediğini ama iyi geldiğini anlattım. Başını salladı, meditasyon hocanla ilk tanışmanda bir hediye götürdün mü diye sordu. Meyve ve beyaz mendil deyince, elma mı dedi. Evet bir tek o vardı dedim o mevsim bir yeşil elma. Kafasını uzun uzun sallayıp gülümsedi. Ben meditasyonu soracak sanıyordum ama sonraki aylarda da bu konuyu hiç konuşmadık. Bir başka gün, sakin ve yavaşça anlatmaya başladı. Her insanın içinde onu rahatsız eden anıları, diğer insanlarla olan onlara üzüntü veren geçmiş ilişkileri vardır. Bunlar o insanın içindeki sirke şişeleri gibi durur yıllarca, bazen sallanır kapağı açılır, kokusu ile yakıcılığı ile rahatsız eder bizleri. Oysa bizim gücendiğimiz, kızgınlık yaşadığımız insanların bunlardan haberi bile yoktur. Süpürme ile bunlar ortaya çıkar, insanlar kendileri ile bir baş başa kalma anında, günlük yaşamın telaşından kaygılarından kurtulunca bu anılarla hesaplaşmaya girerler. Hesaplaşamadıklarında ise sıkıntılar başka sıkıntılara yol açar. Süpürmeler iyi gittiğinde bir gün konuşurum onlarla, sonra bir daha, kurtulmanın zamanı geldi mi sence, yok daha hazır değilim derse, biraz daha gelir gider ama bu anılardan içimizdeki o sirke şişelerinden kurtulmayı aslında herkes ister. Kurtulma günü ne diye sordum. Küçük bir ritüel o aslında. Kendisi affettiği bir sirke şişesini alır ve bir taşın üzerine döker. Sonra kiminle bir problemi varsa, adresini biliyorsa oturur kiminle ne sorunu oldu ise seni seviyorum affettim türünden bir mektup yazar. Senin gördüğün şekli ile mektubu göğsüne bastırırken affettim affettim diye içinden geçirir. Birimiz de o mektupları postaneye götürür işte. Eğer bu kişi vefat etmiş ise ona da bir mektup yazar. Mektuplardan geri dönen oldu mu hiç diye sorduğumda. Bilmiyorum bana gelmiyor benim adres Vietnam dilinde pek çözen yok sanırım diye gülümsedi. Ya vefat eden kişilere yazılan mektuplar diye sordum. Onlar bende kalıyor ama hiç açmadan aylar sonra yakıyorum. Nguyen bir hafta kadar hastalandı. Hastanede iken, evi ben açtım yaprakları ortalığa dağıttım, yeni insanlar geldiler. Mektup yazmaya hazırlık için yaprakları süpürdüler, süpürdüler. Sonra Nguyen yeni süpürgelerle ve bir kasa sirke ile geldi, süpürgelerin yarı dallarını kestik birlikte. Vedalaşma günü geldiğinde, önce bir başka yardım kuruluşundan kışın giymem için öylesine isim veya adres alınmadan ödünç verilen paltoyu adresine bıraktık. Tam o sırada benim bedenimde genç bir öğrenci kapıdan içeri girerek palto var mı diye sordu. Ona verilecek tek palto halen masanın üzerinde idi. Oradaki görevli yaşlı kadın gülümsedi var tabii ama temizlet de giy istersen, gerçi temiz giyilmiş yeni geldi. Öğrenci paltoyu sevinerek sırtına giydi ve neşe içinde ayrıldı. Ben arkasından bakakaldım. Yaşlı kadın Nguyen ve bana kahve ikram ederken, getirmeyebilirdin senin de olabilirdi niye getirdin deyince, benim gibi birinin bu paltoya ihtiyacı olduğunu biliyordum, gördüğüm de iyi oldu ama beremi bırakmam dedim. Bere kaldı, kahvelerimizi içtik ayrıldık. Aradan geçen 35 yıl sonra o paltoyu alan üşümüş öğrenci hiç gözümün önünden gitmez. Koca yün palto kaç kişiyi ısıttı acaba? Nguyen beni havaalanına bırakırken süpürmeyi elinle de yapabilirsin unutma diyerek iki parmağını önce dudaklarına götürüp sonra öne doğru uzatıp süpürüverdi. Süpürgesiz yapraksız vedalaşıverdik orada. Yıllar sonra Bursa Ulu Cami’nin bahçesinde biri tesbih satan yaşlı adam ve onun “Yaren” dediği iki insanı tanıdım. Yaren “fi sebilullah” yani Allah rızası için caminin içini temizliyordu. Arada sohbet ediyorlar, Ulu Cami'nin koca çınarlarının yaprakları bahçeye düşmeye başlayınca yaşlı tesbih satıcısı yarene dönerek, hadi bakalım hareket zamanı diyor, yaren elindeki süpürgeyi alıp bahçeyi süpürüp yaprakları öbek öbek yapıp oturuyordu. Her zaman olsa gidip konuşurdum öğrenmeye çalışırdım ama bu sefer anlamak zor değildi. Sağ elin iki parmağı ileride süpürdük gitti... Tasavvuf veya kamil insan olma yoluna girenlerin kırk gün kırk gece çile çekmeleri, oruç, namaz, hoşgörü sahibi olup affetmeyi bilmek, evini süpürdüğün gibi içini de temiz tutmak. Bütün insanların istediği bu olsa da ara sıra günlük hayatın telaşından koşturmadan kaygılarından biraz zaman bulup kendi içimize dönmek gerçekten zor. Aslında bunu başarabildiğimizde iyilik ve güzelliğin kaynağını da görebilmek ve yeni ufuklara yelken açabilmek de mümkün. Ama işin gerçeği kendi başımıza kalacağımız bir ruh tamiri yapabileceğimiz anlar o kadar az ki. Bu yüzden insanlar yeni arayışlar, kendilerine yol gösterecek yeni rehberler peşinde. Kimi buluyor, kimi bulduğunu sanıyor ve ne varsa onunla yetiniyor. İnsanların istediği bu olmasına rağmen, piyasada benim de malım olsun diye, çeşitli doğu bilgeliği türünden kurslar açan yetkisiz insanlar kurslar o kadar çoğaldı ki, insan ruhunu tamir etmek bir yana para uğruna daha fazla örseleyip bırakıveriyorlar, Hele korona günlerinde artık sosyal medyada online kurslar bile açılıyor. Açan kim açanın hocası kim, eğitimi ne diye araştırdığımızda ise karşımıza gerçekten acayip insanlar çıkıyor. Birinin izini sürdüm üşenmedim, hiçbir mesleği hor görmüyorum ama ablamız, üç yıl kuaförde manikür pedikür yaptıktan sonra kadınların ruhunu o kadar iyi anlamış ki, bu işlere soyunmuş. Haksız da değil. Dert ve sorun dinlemeyi kurs haline getirmiş. Bir gün beni Mevlana adı olan bir derneğe götürdüler, bir ablamız yanında müritleri teksir halinde yazılan elden ele gezen bir takım notlar ama Mevlana ile ilgisi yok. Uzaydan birileri gelecek bizleri seçecekler, başka yere gideceğiz. Mesnevi’den birkaç bir şey sordum ablamıza, bilemedi hoşuna da gitmedi. Fih-i mafih dedim. Tık yok... Ne yaptılar sonra bilmiyorum. Gelelim Nguyen’in meditasyon hocana ne götürdün diye sormasına. 1974 yazında Bodrum Halkevinde bir kurs vardı. Transandantal Meditasyon diye. O zaman Milliyet Yayınlarından kitabı da çıkmıştı. Ayşe Hanım diye hocamız ilk tanışma seminerini verecekti. Oğlu Ali benim arkadaşımdı. Daha ikimiz de 16 yaşındaydık. Bana akşamüstü kursa anneme gideceksen beyaz mendil ve meyve götür deyiverdi. Hoşuna gider. Bakkalları tek tek dolaşmaya başladım. Bodrumun bakkalları DDT ve gazyağı kokardı o zamanlar, Dimitrakapulo şarapları raflarda. Yerli üretim Mindos mandalina gazozu kasalarda. O zaman kumaş mendiller karton kutularda saklanırdı. O zamanın Bodrum’unda bir beyaz mendil bulmanın zorluğunu ben yaşadım. Çıkanların hepsi kenarları çizgili renkli, beyazı yok. Saatlerce bakkal bakkal dolaşıp bir beyaz kumaş mendili zorlukla bulduğumda bir de elma alabilmiştim. İkisini de korka korka hocaya götürdüğümde öne otur, ders bitince gitme diye uyardı. Bir kaç gün bana nefes alıp vermeyi kelimeleri ve meditasyonun inceliklerini anlattı. Yıllar geçtikçe, Ayşe hocama İstanbul’a gittiğimde ara ara yine uğradım. Bildiklerini sakince merak çekerek öğretmek konusunda onun üzerine bir insan tanımadım. Elindeki 99’luk tesbihini düşüne düşüne sakin sakin çeker dururdu. Birçok iyi öğrencisi olduğu gibi diğerleri de vardı işte. Bir kaçını bir daha gelmeyin diyerek uyarıp gönderdiğini anlattı. Affettim onları da deyiverdi. Belki bir yirmi beş yıl sonra, bir arkadaşım Ankara’da açılan bir meditasyon kursuna beni götürdü, çok methettiği hocaları derse başlarken "lütfen herkes aidatını ödesin, burası bedava dönmüyor” deyiverdi. Ben dedim ilk katılıyorum, sizi bir yerden tanıyorum dese de çıkaramadı, aklı aidatlarda idi. Ayşe ablamızın fotoğrafını duvarda görünce bunların da bir tedrisattan geçtiğine karar verdim ama bir eksiklik vardı gerçekten. Para neydi aidat ne... Saygıdan mı reklam mı olsun diye o fotoğrafı asmışlardı. Dersten sonra herkes çıkınca fotoğrafın altına dokundum. Nurunun içinde yat ablam diye dua ettim. Ama adam beni duymuştu. Tanır mısınız filan dedikten sonra konuştuk. Siz dedim eğitimi tam bitirmeden Ayşe hocanın dışarıya çıkardıklarından olmalısınız. O kadar söz edep dahilinde yetti. Dersten atılanların açtığı okul, bir fotoğraf, aidatı yatırması beklenen öğrenciler, öğrencilerin gözleri kapalı iken birbirine kaş göz yaparak dalga geçen iki eğitmen. Bu eğitmenlerden bir şeyler öğrenip rahatlamaya çalışan onlarca insan. Yüzlerce insan yaşam koçu, danışan, guru, ya da hoca adı altında yolu bulamadan daha da örseleniyorlar. Gelsin gitsin aidat versin, insanlara kendi gücünü öğreten ne kadar az. Bu işleri bir beyaz mendil ve bir elma ile öğreten bile kalmadı. O bile şart değildi aslında, ama bunlar hep öğrencilin ruhunun saflığının göstergesiydi. Artık günümüzde sosyal medyada çoğaldılar. Piyasada benim de malım olsun diyen hemen herkes bu tür ezoterik, tasavvuf, doğu bilgeliği, yıldızın ışığı, veya nefes terapisi adı altında kurslar açıyor. Gizemin üstüne gizem katmayı, mısır piramidinin veya siriüs takım yıldızının koordinatları arasında kafa patlatıyorlar. Ama kafayı meşgul eden ruhu rahatlatmıyor. Korona döneminde artık online kurslar var. İnsanlar kendine faydası olmayan, birçoğu bir diğerini beğenmeyen bu insanların belki de “ağına düşerek” para ödeyip, sorunlarına çare arıyorlar. Bu tür kurslarla ne kadar başarı sağlanır bilinmez. Kim kontrol eder, kim denetler belli değil. Her doktor muayenehanesine, her eczaneye her gün denetime gelen sağlık görevlileri insan ruhunu tedaviye soyunan bu insanları nedense hiç kontrol etmez. Tarikatlar, sapıklıklar bir yandan bir yandan da böyle yetkisiz kurslar. Aslında insanın mayasında olan iyiliğin ve hoşgörünün affedebilmenin ortaya çıkartılmasında banka havalesi ile ödenen kurs ücreti, online baktığımız bilgisayar ekranından bir şeyler öğrenme. Oysa bir parka gidip kendimize ayıracağımız bir sürede, geçmişle hesaplaşıp affedip ve dinlenip tazelenip yeni bir insan olma mümkün, yeter ki bunu sürekli yapabilelim. Nguyen’i merak ettiniz değil mi.? Yıllarca yazıştık. Nguyen, Vietnam savaşında Amerikalıların ülkenin yarısına uçaklarla püskürtülen tarım ilacı nedeniyle sakat kalan çocuklan için bir yardım kuruluşu kurdu. Tarım ilacı savaştan yıllar sonra, bugün bile iki başlı veya ağzı gözü eli kolu olmayan sakat çocukların doğmasına neden oluyor. Nguyen bir bölümünü Amerika’ya getirterek bu insanlara yıllar sonra tazminat ödenmesini örgütledi. Sonunda bir arkadaşı mail attı. Nguyen’i 87 yaşında kaybettik, huzurlu ve sakin bir şekilde bu dünyadan göçtü yazıyordu. Sana bir not daha yazayım demiş. Bahçeyi süpürürken vefat etti, elinde uzun bir çubuk vardı o kadar. Nguyen ve Ayşe hanım hiç farklı insanlar değillerdi aslında. Yıllar sonra sakin bir köşede oturup bir 99’luk tesbihi elime alıp öylesine dalıp gittiğimde, iç süpürmenin ağırlıklardan yüklerden kurtulmanın birçok yolu olduğunu ama insan beyninin süpürmek, mektup yazmak sirke şişelerini boşaltmak gibi kalıcı bir eylem yapmadan bu anılardan kurtulmasının gerçekten zor olduğunu gördüm. Tüm mesele geçmişi hataları, kişileri, üzüntüleri affetmekteydi. Yol ve yöntemler değişik olsa da, ruhun rahatlığa varması için affedebilmek önemliydi. Affedeceklerimiz kişiler olmasa bile geçmişi, kaderi, hayatın götürdüklerinden çok aldığımız bir nefese bile şükredebilmek önemliydi. Hele şu günlerde. Ya Nguyen herkesi affedebilmiş miydi acaba? Dalı olmayan bir süpürge ile 87 yaşında bile süpürürken. ~Sinan Vargı  
Ekleme Tarihi: 09 Ocak 2023 - Pazartesi
Cüneyt KÖŞE - Tüketici Köşesi

İçini Süpüren Ruhlar Tapınağından Mektuplar

Çok erken bir saate uyandım, Pazar günüydü. Katılacağım toplantıya daha saatler vardı. Telefonuma baktığımda bu satırlar beni içine çekiverdi. Yatağa dönemedim. Hemen üzerimi giyinip, kahvaltı salonuna atıverdim kendimi. Mutlaka paylaşmam gerekiyordu bu öyküyü salona girişte Prof. Şebnem Akipek hocamı gördüm. Tek başınaydı. İzin isteyip oturdum. Çok dolaştırmadan etkilendiğim öyküye getirdim sözü. ‘Kim yazmış?’ dedi. Sinan VARGI dedim. ‘Ben de kendisinden çok beslendim. ’Üniversite yıllarımda kendisini çok ziyaret etmişliğim vardır, bilgece yaklaşımlarından çok yararlandım.. dedi.

Kaldığım otel Sapanca’daydı. Toplantı sonrası Kütahya’ya dönecektim. Proje eğitimleri sonrası yolculuklarımda-araçta tek başımaysam- hep yaptığım bir şey vardı. Bluetoothla sevdiğim bir dostuma bağlanıp yol yarenliği yapmak. Bu kez kimi arayacağıma hiç tereddüt etmedim. Sinan ağabeyi aradım, eve gelene kadar doyumsuz sohbetiyle yolun nasıl bittiğini anlayamadım.

Tasavvuf ehliydi. Bana Kütahya’daki Mevlevi Dergâhı hakkında bilgiler verip Dönenler Camiinin (Kütahya’ nın ilk Mevlevihanesi )tarihçesini anlatmış ve Kütahya’ya ziyaretime geleceğini söylemişti. Maalesef olamadı Can ağabeyim. Cuma salaları okunuyor şu anda. Senin vuslat günün bugün. Çok sevdiğin Elif’ine de kavuşuyorsun. Çok mutlu olduğundan hiç kuşkum yok ama bizler elemler içindeyiz. Nurlar içinde uyu. Güzel insan, canım ağabeyim!.

,,,,,,

Benim işim belli olmuştu. Süpürülüp öbek yapılmış sarı yaprakları tekrar bahçeye dağıtacaktım. Yeni insanlar gelecek ellerinde ki süpürge ile yaprakları süpürecekler, sonra ben yine onları bahçeye dağıtacaktım.

Ağaçlarda yapraklar azalmıştı ama bize de süpürülecek yaprak lazımdı! Uçakta yanıma gelen adama nazikçe selam verdikten sonra yanımdaki yeşil elmanın birini ona ikram etmiştim. Gülümsedi, nazikçe teşekkür etti. Vietnamlı olduğunu adının Nguyen olduğunu konuştuktan sonradan öğrendim. O sıralar yüksek lisans ve tüketici çalışmaları için Amerika’da eğitimdeydim. Madison’da üniversite öğrencilerini kendi tarikatlarına çekmek için çeşitli dini görüşler sergiler açıyor öğrencilere bedava yemekler dağıtıyorlardı. Kimi Cizvit papazları, kimi sarı sarı kıyafetleri ile hare krişnacılar. Budistler vejetaryan oldukları için onların çadırında sebze ve meyve ağırlıklı beslenme ön plandaydı. Öğrenciler bir gün birine gidip karınlarını doyuruyor, bir gün de değişiklik olsun diye, Budistlerin olduğu çadıra gidip, sebze ve meyve yiyorlardı. Hamburger ve pizzadan bıktığımız için hele kış ortasında sebze meyve ve bakliyat herkese çekici geliyordu.

Nguyen’i tekrar gördüğümde, Budist çadırlarının birinde elindeki mercimek haşlamasını yiyordu. Yanına gittim, selamlaştık. Bana dönüp elma al masadan, dedi; seninki gibi değil ama bu da güzel. Elmayı unutmamıştı. Ne yaptığımı sordu anlattım, hafta sonları boş olup olmadığımı kendisine yardım edip etmeyeceğimi sordu. İyi ve nazik bir insandı. Evet dedim. Adresi bir kâğıda yazdı, görüşürüz dedi, gitti.

Cumartesi günü Nguyen’in verdiği adrese gittim. Büyük ağaçların ortasında bahçe içinde küçük iki katlı bir evdi. Etrafında ona benzeyen yüzlerce ev vardı. Sonbahar yaprakları bahçenin taşları üzerine düşmüş, onları süpürürken karşıladı beni. Çay yaptım getireyim sen devam eder misin, diye elime uzun tahta süpürgeyi verip gitti.

Süpürgenin artık emekliliği çoktan gelmiş, tahta sapının elle tutulan bölümleri incelmiş, süpürgenin ise artık birkaç dalı kalmıştı. Bizdeki gibi ot süpürge yerine biraz plastik benzeri bir şeydi. Sayılıyordu aslında: sekiz dal. Bu kadar az dallı bir süpürge ile bahçeyi süpürmek imkansızdı. Yan taraftaki evlerden birinde ise motorlu hava üflemeli bir yaprak kovucu ile insanlar bahçelerini süpürüyordu.

Nguyen elinde çayla geldi. Ellerimin süpürge sapındaki yerlerine baktı, incelmiş yerden tutuyordum ben de. Çayını iç ve süpürmeye devam et diyerek gitti. Sweep, sweep bundan sonra en çok duyduğum söz olacaktı.

Bu neydi, ben buraya bahçe süpürmeye mi gelmiştim? Süpürmek öyle kolay değil, yapraklar oradan oraya dağlıyor, uçup gidiyordu. Hele bir dalı daha kırılmış yedi dalı kalmış bir süpürge ile. Birkaç dakika mı artık yarım saat sonra mı ne, artık yaptığım işi unutup, düşüncelere daldığımı hissettim. Şu nasıl olmuştu, bu kimdi, bu olay neydi. Düşünceler bir saat sonra daha da belirginleşiyordu.

Bırak artık istersen süpürmeyi dediyse de biraz daha devam etmek istediğimi söylediğimde gülümsedi. Sonra yine süpürme, artık ona süpürme derseniz tabii. Şu olay neydi, bu neydi. Bir saat sonra sarı yaprakları öbek yapıp topladığımda ıslattım biraz, yakacaktım aslında bizim memlekette olduğu gibi. Nguyen aniden geldi. Benim süpürdüğüm yaprak öbeğini aldı, bahçenin her yerine yine dağıttı. Sonra bana döndü gülümsedi, gel haşlama pirinç var yersen.

 

Yarım saat sonra bir erkek ve iki kadın daha geldi. Biraz konuştular. Sonra birisi benim kullandığım süpürgeyi aldı ve bahçeyi süpürmeye başladı. Sonra diğer kadın bir başka süpürge daha aldı, o da süpürmeye başladı. Birbirlerine değmemek için bir çabaları bile yoktu ama değmiyorlardı işte. Akşama doğru ayrıldım. Ben çıkana kadar süpürme devam etti, onlar gittiğinde Nguyen yine yaprakları alıyor, bahçeye dağıtıyordu.

Ertesi hafta gittiğimde hava giderek soğumuştu. Benim Türkiye’den getirdiğim kalın bir paltom yoktu, üşüdüğümü gördüğünde bana bir kağıt yazdı. Buraya git ve bir palto bul kendine. Onun verdiği adres bir kilise idi. İçeri girdim, yaşlı bir kadın bana baktı ona kağıdı verdim. Palto var mı sizde diye sordum. Yaşlı kadın bir tane var yalnızca beğenirsen al tam senin bedenine göre... İçerden paltoyu getirdi, uzun yün kumaştan bir palto; gerçekten güzeldi. Evet dedim, iyi bu. Kadın bir de yün şapka verdi bana. İnsanların kiliseye verdikleri paltolar, giysiler, öğrencilere dağıtılıyordu. Benden 2 dolar kuru temizleme parası aldı ve mezun olduğunda getir 2 dolarını verelim dedi. Bu palto 2 dolardan fazla eder, ben bunu götürürüm Türkiye’ye diye içimden geçirdim.

Ertesi hafta yani paltom ve berem ile gittiğimde yapraklar süpürülmüş öbek yapılmıştı. Tekrar dağıt dedi bana dağıttım. Birkaç kişi daha geldi. Bana da süpür dedi beş dalı kalmış süpürge ile. Dalıp gidiyor insan, el ve göz çalışıyor ama beyin orada değil, beyin geçmişi sorguluyor, o arada süpürüyorum.

Öğlen biraz konuşalım mı diye geldi. Yardımların için sağ ol dedi o kadar. Bir açıklama yapmasını bekliyordum. Açıklama yapmadı. O akşama kadar yine değişik insanlar geldiler süpürdüler gittiler, ben yaprakları dağıttım. Yine birileri geldi süpürdüler gittiler. Birkaç insan Nguyen’in odasına girip onun yanına oturup kağıda bir şeyler yazdılar. Sonra zarflara koydular. Adreslerini yazdılar. Her mektup yazan onu göğsüne bastırıyor ve yavaşça derin nefesler alıp veriyordu.

Akşam Nguyen 9 zarfı bana verdi ve 3 doları da elime saydı. 22 sentten 9 mektup, bunları postaya verir misin, postane sana yakın dedi. Zarfların üzerinde benim tam anlamadığım Vietnam alfabesi ile yazılmış birkaç harf vardı. Aynı harflerin aslında bahçede de küçük bir tabelada olduğunu gördüm. Ama bilmiyordum ne olduğunu.

Postane oranın adeta bir halkla ilişkiler merkezi gibiydi. Herkes orada sohbet, ediyor, insanlar selamlaşıp hal hatır soruyordu. Her türlü abonelik, pasaport vb gibi işler oradan yapıldığı için postanedeki yaşlı kadın ve bir yaşlı adam herkesi tanıyordu. Kadına zarfları verdim, elimden alırken gülümsedi. Ne olduklarını biliyor musun, diye sordu. Bilmiyorum Nguyen verdi, dedim. Onu biliyorum da bunların ne olduğunu biliyor musun diye tekrar sordu. Hayır mektup sanırım diye yanıtladım. Yaşlı adama döndü ellerindeki mektupları adama gösterirken komşular rahatlamış deyiverdi. Komşular rahatlamış...

Nguyen’i tanıyor musunuz diye sorduğumda yaşlı kadın, süpürdün mü sende diye sordu. Evet dedim. Marketten sirke almayı unutma dedi. Ben gerçekten anlamadım dedim, ne sirkesi. Kadın kısa kestirip attı, tamam sonra görüşürüz. See you later.

Nguyen’le altı ay kadar çalıştık. Hep aynı şeyler. Süpürmek insanları rahatlatıyordu gerçekten onu anlamıştım. Meditasyonun oturup gözlerini kapatıp içini süpürmenin bir başka şekliydi. Nguyen hiç kimseden para almıyordu, orada bulanan bir küpün içine insanlar para atıyorlardı, küp şeffaf da değildi, kilidi de yoktu. Eğer isterseniz oraya elinizi sokup para da alabilirdiniz. Nguyen bunu daha önceden de söylemişti zaten, sonra küpün önüne ihtiyacı olan alabilir diye bir yazı da yazdı. Arada mektup atmaktan kalan birkaç senti de küpün içine atıyordum.

Üç dört ay sonra gel konuşalım diye beni çağırdı. Neler hissettiğimi sordu, ona daha önce bir meditasyon deneyimim olduğunu bana yabancı gelmediğini ama iyi geldiğini anlattım. Başını salladı, meditasyon hocanla ilk tanışmanda bir hediye götürdün mü diye sordu. Meyve ve beyaz mendil deyince, elma mı dedi. Evet bir tek o vardı dedim o mevsim bir yeşil elma. Kafasını uzun uzun sallayıp gülümsedi. Ben meditasyonu soracak sanıyordum ama sonraki aylarda da bu konuyu hiç konuşmadık.

Bir başka gün, sakin ve yavaşça anlatmaya başladı. Her insanın içinde onu rahatsız eden anıları, diğer insanlarla olan onlara üzüntü veren geçmiş ilişkileri vardır. Bunlar o insanın içindeki sirke şişeleri gibi durur yıllarca, bazen sallanır kapağı açılır, kokusu ile yakıcılığı ile rahatsız eder bizleri. Oysa bizim gücendiğimiz, kızgınlık yaşadığımız insanların bunlardan haberi bile yoktur. Süpürme ile bunlar ortaya çıkar, insanlar kendileri ile bir baş başa kalma anında, günlük yaşamın telaşından kaygılarından kurtulunca bu anılarla hesaplaşmaya girerler. Hesaplaşamadıklarında ise sıkıntılar başka sıkıntılara yol açar. Süpürmeler iyi gittiğinde bir gün konuşurum onlarla, sonra bir daha, kurtulmanın zamanı geldi mi sence, yok daha hazır değilim derse, biraz daha gelir gider ama bu anılardan içimizdeki o sirke şişelerinden kurtulmayı aslında herkes ister.

Kurtulma günü ne diye sordum. Küçük bir ritüel o aslında. Kendisi affettiği bir sirke şişesini alır ve bir taşın üzerine döker. Sonra kiminle bir problemi varsa, adresini biliyorsa oturur kiminle ne sorunu oldu ise seni seviyorum affettim türünden bir mektup yazar. Senin gördüğün şekli ile mektubu göğsüne bastırırken affettim affettim diye içinden geçirir. Birimiz de o mektupları postaneye götürür işte. Eğer bu kişi vefat etmiş ise ona da bir mektup yazar.

Mektuplardan geri dönen oldu mu hiç diye sorduğumda. Bilmiyorum bana gelmiyor benim adres Vietnam dilinde pek çözen yok sanırım diye gülümsedi. Ya vefat eden kişilere yazılan mektuplar diye sordum. Onlar bende kalıyor ama hiç açmadan aylar sonra yakıyorum.

Nguyen bir hafta kadar hastalandı. Hastanede iken, evi ben açtım yaprakları ortalığa dağıttım, yeni insanlar geldiler. Mektup yazmaya hazırlık için yaprakları süpürdüler, süpürdüler.

Sonra Nguyen yeni süpürgelerle ve bir kasa sirke ile geldi, süpürgelerin yarı dallarını kestik birlikte. Vedalaşma günü geldiğinde, önce bir başka yardım kuruluşundan kışın giymem için öylesine isim veya adres alınmadan ödünç verilen paltoyu adresine bıraktık. Tam o sırada benim bedenimde genç bir öğrenci kapıdan içeri girerek palto var mı diye sordu. Ona verilecek tek palto halen masanın üzerinde idi. Oradaki görevli yaşlı kadın gülümsedi var tabii ama temizlet de giy istersen, gerçi temiz giyilmiş yeni geldi. Öğrenci paltoyu sevinerek sırtına giydi ve neşe içinde ayrıldı. Ben arkasından bakakaldım.

Yaşlı kadın Nguyen ve bana kahve ikram ederken, getirmeyebilirdin senin de olabilirdi niye getirdin deyince, benim gibi birinin bu paltoya ihtiyacı olduğunu biliyordum, gördüğüm de iyi oldu ama beremi bırakmam dedim. Bere kaldı, kahvelerimizi içtik ayrıldık. Aradan geçen 35 yıl sonra o paltoyu alan üşümüş öğrenci hiç gözümün önünden gitmez. Koca yün palto kaç kişiyi ısıttı acaba?

Nguyen beni havaalanına bırakırken süpürmeyi elinle de yapabilirsin unutma diyerek iki parmağını önce dudaklarına götürüp sonra öne doğru uzatıp süpürüverdi. Süpürgesiz yapraksız vedalaşıverdik orada.

Yıllar sonra Bursa Ulu Cami’nin bahçesinde biri tesbih satan yaşlı adam ve onun “Yaren” dediği iki insanı tanıdım. Yaren “fi sebilullah” yani Allah rızası için caminin içini temizliyordu. Arada sohbet ediyorlar, Ulu Cami'nin koca çınarlarının yaprakları bahçeye düşmeye başlayınca yaşlı tesbih satıcısı yarene dönerek, hadi bakalım hareket zamanı diyor, yaren elindeki süpürgeyi alıp bahçeyi süpürüp yaprakları öbek öbek yapıp oturuyordu. Her zaman olsa gidip konuşurdum öğrenmeye çalışırdım ama bu sefer anlamak zor değildi. Sağ elin iki parmağı ileride süpürdük gitti...

Tasavvuf veya kamil insan olma yoluna girenlerin kırk gün kırk gece çile çekmeleri, oruç, namaz, hoşgörü sahibi olup affetmeyi bilmek, evini süpürdüğün gibi içini de temiz tutmak. Bütün insanların istediği bu olsa da ara sıra günlük hayatın telaşından koşturmadan kaygılarından biraz zaman bulup kendi içimize dönmek gerçekten zor. Aslında bunu başarabildiğimizde iyilik ve güzelliğin kaynağını da görebilmek ve yeni ufuklara yelken açabilmek de mümkün. Ama işin gerçeği kendi başımıza kalacağımız bir ruh tamiri yapabileceğimiz anlar o kadar az ki. Bu yüzden insanlar yeni arayışlar, kendilerine yol gösterecek yeni rehberler peşinde.

Kimi buluyor, kimi bulduğunu sanıyor ve ne varsa onunla yetiniyor. İnsanların istediği bu olmasına rağmen, piyasada benim de malım olsun diye, çeşitli doğu bilgeliği türünden kurslar açan yetkisiz insanlar kurslar o kadar çoğaldı ki, insan ruhunu tamir etmek bir yana para uğruna daha fazla örseleyip bırakıveriyorlar, Hele korona günlerinde artık sosyal medyada online kurslar bile açılıyor. Açan kim açanın hocası kim, eğitimi ne diye araştırdığımızda ise karşımıza gerçekten acayip insanlar çıkıyor. Birinin izini sürdüm üşenmedim, hiçbir mesleği hor görmüyorum ama ablamız, üç yıl kuaförde manikür pedikür yaptıktan sonra kadınların ruhunu o kadar iyi anlamış ki, bu işlere soyunmuş. Haksız da değil. Dert ve sorun dinlemeyi kurs haline getirmiş. Bir gün beni Mevlana adı olan bir derneğe götürdüler, bir ablamız yanında müritleri teksir halinde yazılan elden ele gezen bir takım notlar ama Mevlana ile ilgisi yok. Uzaydan birileri gelecek bizleri seçecekler, başka yere gideceğiz. Mesnevi’den birkaç bir şey sordum ablamıza, bilemedi hoşuna da gitmedi. Fih-i mafih dedim. Tık yok... Ne yaptılar sonra bilmiyorum.

Gelelim Nguyen’in meditasyon hocana ne götürdün diye sormasına. 1974 yazında Bodrum Halkevinde bir kurs vardı. Transandantal Meditasyon diye. O zaman Milliyet Yayınlarından kitabı da çıkmıştı. Ayşe Hanım diye hocamız ilk tanışma seminerini verecekti. Oğlu Ali benim arkadaşımdı. Daha ikimiz de 16 yaşındaydık. Bana akşamüstü kursa anneme gideceksen beyaz mendil ve meyve götür deyiverdi. Hoşuna gider. Bakkalları tek tek dolaşmaya başladım. Bodrumun bakkalları DDT ve gazyağı kokardı o zamanlar, Dimitrakapulo şarapları raflarda. Yerli üretim Mindos mandalina gazozu kasalarda. O zaman kumaş mendiller karton kutularda saklanırdı. O zamanın Bodrum’unda bir beyaz mendil bulmanın zorluğunu ben yaşadım. Çıkanların hepsi kenarları çizgili renkli, beyazı yok. Saatlerce bakkal bakkal dolaşıp bir beyaz kumaş mendili zorlukla bulduğumda bir de elma alabilmiştim. İkisini de korka korka hocaya götürdüğümde öne otur, ders bitince gitme diye uyardı. Bir kaç gün bana nefes alıp vermeyi kelimeleri ve meditasyonun inceliklerini anlattı. Yıllar geçtikçe, Ayşe hocama İstanbul’a gittiğimde ara ara yine uğradım. Bildiklerini sakince merak çekerek öğretmek konusunda onun üzerine bir insan tanımadım. Elindeki 99’luk tesbihini düşüne düşüne sakin sakin çeker dururdu. Birçok iyi öğrencisi olduğu gibi diğerleri de vardı işte. Bir kaçını bir daha gelmeyin diyerek uyarıp gönderdiğini anlattı. Affettim onları da deyiverdi.

Belki bir yirmi beş yıl sonra, bir arkadaşım Ankara’da açılan bir meditasyon kursuna beni götürdü, çok methettiği hocaları derse başlarken "lütfen herkes aidatını ödesin, burası bedava dönmüyor” deyiverdi. Ben dedim ilk katılıyorum, sizi bir yerden tanıyorum dese de çıkaramadı, aklı aidatlarda idi. Ayşe ablamızın fotoğrafını duvarda görünce bunların da bir tedrisattan geçtiğine karar verdim ama bir eksiklik vardı gerçekten. Para neydi aidat ne... Saygıdan mı reklam mı olsun diye o fotoğrafı asmışlardı. Dersten sonra herkes çıkınca fotoğrafın altına dokundum. Nurunun içinde yat ablam diye dua ettim. Ama adam beni duymuştu. Tanır mısınız filan dedikten sonra konuştuk. Siz dedim eğitimi tam bitirmeden Ayşe hocanın dışarıya çıkardıklarından olmalısınız. O kadar söz edep dahilinde yetti.

Dersten atılanların açtığı okul, bir fotoğraf, aidatı yatırması beklenen öğrenciler, öğrencilerin gözleri kapalı iken birbirine kaş göz yaparak dalga geçen iki eğitmen. Bu eğitmenlerden bir şeyler öğrenip rahatlamaya çalışan onlarca insan. Yüzlerce insan yaşam koçu, danışan, guru, ya da hoca adı altında yolu bulamadan daha da örseleniyorlar. Gelsin gitsin aidat versin, insanlara kendi gücünü öğreten ne kadar az. Bu işleri bir beyaz mendil ve bir elma ile öğreten bile kalmadı. O bile şart değildi aslında, ama bunlar hep öğrencilin ruhunun saflığının göstergesiydi.

Artık günümüzde sosyal medyada çoğaldılar. Piyasada benim de malım olsun diyen hemen herkes bu tür ezoterik, tasavvuf, doğu bilgeliği, yıldızın ışığı, veya nefes terapisi adı altında kurslar açıyor. Gizemin üstüne gizem katmayı, mısır piramidinin veya siriüs takım yıldızının koordinatları arasında kafa patlatıyorlar. Ama kafayı meşgul eden ruhu rahatlatmıyor. Korona döneminde artık online kurslar var. İnsanlar kendine faydası olmayan, birçoğu bir diğerini beğenmeyen bu insanların belki de “ağına düşerek” para ödeyip, sorunlarına çare arıyorlar. Bu tür kurslarla ne kadar başarı sağlanır bilinmez. Kim kontrol eder, kim denetler belli değil.

Her doktor muayenehanesine, her eczaneye her gün denetime gelen sağlık görevlileri insan ruhunu tedaviye soyunan bu insanları nedense hiç kontrol etmez. Tarikatlar, sapıklıklar bir yandan bir yandan da böyle yetkisiz kurslar.

Aslında insanın mayasında olan iyiliğin ve hoşgörünün affedebilmenin ortaya çıkartılmasında banka havalesi ile ödenen kurs ücreti, online baktığımız bilgisayar ekranından bir şeyler öğrenme. Oysa bir parka gidip kendimize ayıracağımız bir sürede, geçmişle hesaplaşıp affedip ve dinlenip tazelenip yeni bir insan olma mümkün, yeter ki bunu sürekli yapabilelim.

Nguyen’i merak ettiniz değil mi.? Yıllarca yazıştık. Nguyen, Vietnam savaşında Amerikalıların ülkenin yarısına uçaklarla püskürtülen tarım ilacı nedeniyle sakat kalan çocuklan için bir yardım kuruluşu kurdu. Tarım ilacı savaştan yıllar sonra, bugün bile iki başlı veya ağzı gözü eli kolu olmayan sakat çocukların doğmasına neden oluyor. Nguyen bir bölümünü Amerika’ya getirterek bu insanlara yıllar sonra tazminat ödenmesini örgütledi.

Sonunda bir arkadaşı mail attı. Nguyen’i 87 yaşında kaybettik, huzurlu ve sakin bir şekilde bu dünyadan göçtü yazıyordu. Sana bir not daha yazayım demiş. Bahçeyi süpürürken vefat etti, elinde uzun bir çubuk vardı o kadar.

Nguyen ve Ayşe hanım hiç farklı insanlar değillerdi aslında. Yıllar sonra sakin bir köşede oturup bir 99’luk tesbihi elime alıp öylesine dalıp gittiğimde, iç süpürmenin ağırlıklardan yüklerden kurtulmanın birçok yolu olduğunu ama insan beyninin süpürmek, mektup yazmak sirke şişelerini boşaltmak gibi kalıcı bir eylem yapmadan bu anılardan kurtulmasının gerçekten zor olduğunu gördüm.

Tüm mesele geçmişi hataları, kişileri, üzüntüleri affetmekteydi. Yol ve yöntemler değişik olsa da, ruhun rahatlığa varması için affedebilmek önemliydi. Affedeceklerimiz kişiler olmasa bile geçmişi, kaderi, hayatın götürdüklerinden çok aldığımız bir nefese bile şükredebilmek önemliydi. Hele şu günlerde.

Ya Nguyen herkesi affedebilmiş miydi acaba? Dalı olmayan bir süpürge ile 87 yaşında bile süpürürken.

~Sinan Vargı

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve dorukmedya.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.